Önce sanatçının adından konuya gireyim.
Bizde genelde adlar yanlış yazılır. (Amet=Ahmet, Sali=Salih, Asan=Hasan v.s.) Adının bir anlamı olmadığından kendi söz ediyor genç sanatçı. Ad Türkçe yazılımda Gaddafi’dir. El- Kaddafi’nin soyadının Makedonya’ya ithal edilmesiyle gelmiştir. El-Kaddafi adı Makedonya’da başkalarında da vardır. Duymuşumdur. Keşke hiç gelmeseydi. Ad olarak benimsenmesinde hata vardır. Resmen Türk düşmanıdır o. Yıllar boyunca açıklamalarında bunu belli eden bir kişiliksizdir! Muammar Ebu Minyar el-Kaddafi معمر القذافي 1969 yılından beri Libya lideridir. 1969’da Kral İdris'e karşı düzenlen darbeyi yönetmiş ve Libya Sosyalist Camahiriyesi’ni ilan etmiştir. Devrim komisyonu başkanı olarak diktatör güçlere sahip olmuştur. El-Kaddafi onun hangi soydan geldiğini gösterir. Bir şeyi ifade ettiğini bulamadım. Hatta aramakla zaman harcamama yazık oldu. Bana göre çok olumsuz bir siyasetçidir.
Soyadından bizim Gadafi’nin Batı Makedonyalı olduğu belli olur. Soyadlarına “i” ekinin oralarda rastlanması olağandır.
Gadafi’nin o yanları benim ilgimi çeken şey değildir.
Gadafi hakikaten değerli bir sanatçı. Sanat dünyasına girişi Vakkas Shtin takma adıyla gerçekleşiyor. Sizce Vakkas ne demektir? Kendisi Vakkas adını Peygamber Efendimizin Ashabından seçtiğini söylüyor. O zaman bana düşen, o ada biraz da açıklık getirmektir: Peygamberimiz (s.a.s.) ashabından on kişinin cennete gireceklerini müjdelemiştir. Bunlara "Aşere-i Mübeşşire" denir. Anlamı: “Cennetle müjdelenen on kişi” demektir. İsimleri de şunlardır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyir, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Ebû Ubeyde b. Cerrah. Vakkas, gördüğünüz gibi Müslümanlarda önemli ve güzel bir addır. Açıklamasına gelince savaşçı demektir. Gadafi, kendine seçtiği sanat dalında gerçekten bir savaşçı. Dur durak bilmeyen bir savaşçı. Vakkas’ın ikinci anlamı okçudur. Arapçadır. Onun sanata hediye ettiği her şeyi birer ok! Ağır birer oktur. Her yere o ok, sanat anlayışının ağırlığıyla düşüyor. Vakkas, vakur anlamına da gelir. O da Arapçada ağırbaşlı demektir. O, ağır başlı biri olduğunu sanatıyla kanıtlıyor. Vakurun bir başka anlamı da temkinlidir O özelliğini bilemem. Kendisiyle henüz karşı karşıya gelmedik. Resimlerinden ve fotograflarından onun temkinli olup olmadığını çıkarmak zor! İletişimimizde adını ve soyadını resmen değiştirmek dileğini söylediğinde aklıma neyin geldiğini size yazayım: Her şeyin bir enerji yaydığı düşünülürse ağzımızdan çıkan sözlerin de muhakkak bir enerjisinin olduğu, belki de bu sebeple tesir ettiği sonucuna ulaşabiliriz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınıza güzel isimler koyun, zira mahşerde o isimlerle çağrılacaklar."
Ştin soyadına gelelim. İnternet yazılımındaki haliyle (Türkçede ş, ç ve daha bazı harfler hatalı görülür) SHTIN veya SSTIN size göre nedir? Onu da açıklayayım. Türklerde lakap olayı vardır. Vrapçişteli Türklerde durum aynıdır. Ştin, Hasipilerin lakap’ıdır. Gadafi Vrapçiştede Ştinler sülalesindendir.
“Adım Gadafi! Sanat ve fotograf ortamında Vakkas Shtin olarak biliniyorum. 1978 Vrapçişte doğumluyum. İlköğretimi Vrapçişte’de, Liseyi, Gostivar’da bitirdim. Ohri’de Gümrük İşletme Üniversitesi’ne kaydımı yaptım. Öğrenciliğim hala devam ediyor. Nöropsikiyatri Kliniğinde hasta bakıcıyım.” Diyerek anlattı kendini. Kendini anlattığından çok başka bir değer vardı onda.
Resimlerini-fotograflarını ilk gördüğümde, çocukluğuma kadar uzandım: Babamın aldığı silindir şeklinde uzun mukavva bir kutuya yerleştirilmiş, uzunca üç ayna ve renkli cam parçaları vardı oyuncağın içinde. Bir yanında bir delik, diğer yanında beyaz renkte bir cam parçası vardı. Beyaz camlı tarafı ışığa tutup, sağlı sollu döndürünce içerde çok yanlı simetrik bir resim oluşurdu. Onlar insana rahatlık verirdi. Tabii biz çocukların sevdikleri oyuncaktı. Üstelik ucuzdu. Herkes alabilirdi.
Vakkas’ın simetrik resimlerinde çocukluğumda gördüğüm tatlı bir hava vardı. Bir farkla ondaki simetri bir tarafın öbür tarafa yansımasıydı. Onun anlatımına göre, her şeyin çifti vardır. Sunulan resimlerini, fotograflarını gördüm. Tabii hepsini değil! Herhalde onun başka eserleri de vardır.
Hemen anlaşalım. Sanat eğitimi yok! Kendi anlayışıyla yetişen bir kişidir. Eserlerinde renklerin konuşmasıyla doğan bir anlayışın etkisiyle kendini sanata vermiş.
Gencimizin sanat anlayışına gelince onun anlattıkları şunlardır:
“Nedenini bilmiyorum, ama her şeyin çift olduğunu kabul ediyorum.
Altı yıl önce ilk olarak dijital telefonla fotograf çekmeye başladım. Bunun sebebi, nesnelere ışığın yansıdığında, onlardan oluşan gölgelerin ilgimi çekmesini görmemdi. Bu beni çok etkiledi. Çalışmıyordum. Babamdan fotograf makinesi almasını istedim. (Bizim oyuncağa kıyasla pahalı bir oyuncak seçmiş!) Çocuklar gibi sevinçliydim… Fotograf makinem oldu! Işıklar beni benden almıştı Başka dünyalara taşıyordular. Işıkla gölgeyi takip edip, onların birlikteliğine hayran oluyordum. İlk başlarda gördüğüm büyülü dansın fotografını çekmekten korku duyuyordum. Sonra korkuyu yendim ve bundan zevkli bir şeyin olmadığını anladım. İnsanın yaşadığı anlardan değerli bir şeyin olmadığını anladım. O anın şahidi olmaya başladım.
Her şey bu yılın Ağustos ayına kadardı…
Ağustos’ta Novi Sad’a bir müzik festivaline gittim. Her ne olduysa ondan sonra oldu.
Yeni bir olgunun farkına vardım: benim yaşadığım coğrafyanın yatay dinamiği, üzerinde yürüdüğümünse dikey dinamiği vardı!
Oradaki derin, yavaş ve geniş yansıma, beni çok etkiledi. Yansımanın, yaratılışın bir parçası olduğunu anladım. Bu gördüğüm, ışığın gölge ile dansıydı!”
Onunla olan bir yazışmamız şöyle geçti:
“ Bana iki eserini gönder. Biri en çok beğendiğin olacak, diğeri en az beğendiğin! “ Dedim.
Kabul edeceksiniz, sanatla uğraşana verilen en zor ödevdir. Bana da kimse “en çok sevdiğin şiirinle en az sevdiğin şiirini gönder” derse, zorluk yaşardım. Kararsız kalırdım. O da öyleydi. Kararsızdı. Üsteledim. Benim zorlamama katlanarak iki tanesini gönderdi. Ama genelde en çok sevdiği hangisinin olduğunu söyleyemez haldeydi. Haklıydı. Yaratan, bir elimize beş parmak vermiş. Hepsi aynı büyüklükte değildir! Ama onlar sevdiğimiz parmaklarımızdır!
Onun şimdiye kadar oluşturduğu eserleri birbirinden farklıdır. Hepsi, onun sanat anlayışını yansıtmakla özel bir anlayışın göstergesi olmaktadır.
Gelen iki eserden biri ilkti. Diğeri ikinciydi. Gene bir ayrım yapılmıştı! Neden ilki ikinci koyulmamış? İkincisi ilk değildi? Ben de aynısını yapardım ve bilinçaltındaki beni ele verirdim. Sanatçı olarak koyu renkleri daha çok seviyordu. Ondan koyu renklerle işlenen ve daha oynak renklisi ilk yerdeydi! Şimdi o beni haklı kabul etmek durumuna düştüğünü anlayacaktır. Gördüklerimde, renklerdeki algılama gücünü ve taraftarlığını dökmekteydi.
Eserlerde hâkim unsur koyu renklerden başka yer alan ikinci hâkim unsur, simetrik olanla asimetriğin düzensizliğini anlatmak çabasıdır. Renklerin zenginliği onun bu çabasında yardımına koşuyordu.
Genç sanatçının, az da olsa, bu sınırlamanın ötesindeki denemeleri vardır. Mesela gönderilen ikinci eserinde yer alan anlatım gibi… Simetrinin dışında kalmasıyla tek rengin bile oyunundan kurtulamamış. O, o oyundan kurtulamaz. Çünkü kendine o oyunu göstermek görevini seçmiştir.
Vakkas Vrapçişte Türküdür.

Küçük toplumların, parçalara bölünmesi diye bir lükse sahip olmalarını her fırsatta yadırgarım. Bu konuda beni anlayamayanlar çıkar. Anlatmaya çalışırım. Gene anlamadıklarını fark edince susmayı yeğlerim. Onların benliklerini sergilemekte anlama güçleri o kadar der ve geçerim. Buradan giderek, benim anlayışıma göre o, Makedonyalı bir sanatçı. Makedonyalı bir Türk sanatçı! Onu Üsküp’te Makedonyalı görmeliyiz, Vrapçişte’de Makedonyalı gördüğümüz kadar… O, siz kabul etmeseniz bile Kırçovalıdır… Ohrilidir… Valandovalı… Kumanovalı… Debreli… Bir o kadar Resnelidir…
Kısacası Makedonya’nın her yerinde vardır. Çok renkli olduğu gibi çok yerlidir. Sanatın dili, dini, milliyeti yoktur… O, hoşgörü anlayışı içinde karşıdakine bir şeyler anlatır, bir şeyler söyler… Bizim görevimiz onu anlamaktır. Onu anladığımız kadar o büyür… Onu anlayıp, anlatabildiğimiz kadarsa biz büyürüz.
Buraya hayatımdan bir olayı yerleştirmek içimden geldi:
“1967 yılıydı. Belgrat’a Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un tabloları getirilecekti. Belgrat’a gitmeye karar verdim. V. Van Gogh’un eserlerini görebilmek sevgisi sarmıştı beni. Bu hayatta bir sefere denk gelen olaydı! Gece tirenle yolculuk yaptım. Uykusuz uykusuz Belgrat’a vardım. Gişeden bilet aldım. Sergiyi görmeye gelenlerin kuyruğuna geçtim. Ben bu anlayışta yeni yayınlanan kitabı satın almak için bekleyenlerin kuyruğuna ikici sefer Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ de rastladım ve şaşırmadım diyemem!
Sergiyi görmeyenlerin kuyruğunda başa gelebilmem dört saat sürdü. Ama dileğime kavuştum. Sergiyi gezdim. V. Van Gogh'un doyumsuz tablolarını gördüm.
Sergiyi gezdikten sonra sıra Belgrat’ı gezmeye geldi. İstenmeyen ve zorunlu bir geziydi bu andığım! Sığınacak, dinlenecek yerim yoktu. Trenim gece 22.00’dan sonra bir zamandaydı. Belgrat'ı boylu boyuna avare gibi gezdim. Nihayet gara geldim. Trene binmeyi bekleyemiyordum. Ayaklarım şişmişti. Ama değdi. Trene bindim. O hareket eder etmez uyumuşum. Üsküp'e vardığında uyandım. Biletçi Üsküp’e vardığımızı bağıra bağıra hatırlatıyordu. Tirenden indim. Eve gittim. Öyle bir uyku çektim ki, âlim Allah!
Ertesi gün derse gittim. Nerede olduğumu ballandıra ballandıra anlattığım arkadaşlarımın çoğu bana gülüyordu. Belki şu anda siz de benim aklıma gülüyorsunuzdur. Fark etmez gülünüz! Partizan - Kızıl Yıldız şampiyonluk maçına giden aynı kişiler de bana gülüyordu! Önce onlara şaştım. Bana ‘akıllıya bak, neye katlanmış’ der gibi bakıyordular. Bense o akıllılara her yıl futbol maçı konusunda Belgrat’a gitmelerine aynı biçimde şaşakalıyordum! Ama gülmüyordum. Derler ya: Zevkler ve renkler tartışılmaz! Onlara nispeten ben futbol maçlarını izlemeyi hiç sevmezdim. Bugün de öyleyimdir!”
İnanıyorum… Bu andan itibaren, Vrapçiştelilerin çoğu, Vakkas’a (Gadafi’ye) bana baktıkları gözlerle bakıyordurlar! Bense onu anlayanım! Benim gördüklerim ve onun eserlerine karşı hissettiklerim başkadır! Anlatılan bir fıkrada bir özlü söz vardır: “Hoca hocayı tekkede, hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakikada bulur…”
Şimdi daha da gülüyorsunuzdur… Biliyorum. Ben sizi güldürmek için zaten yazdım. Ama genel duruma baktığınızda gülmekten çok ağlamanız gerekmektedir! Aranızdaki değeri görmemek başka şey gerektirmez. O da sorun değil. Gerçek sanatçının algılanması bizde o seviyededir maalesef! Üzülmeyin! Bu sadece Türklerde var demedim. Bu dünyada insanlık vasıflarından biridir… Ama dilerseniz, siz andığım bu sözün sonunu “sanatçı sanatçıyı dakikada bulur…” gibi de okuyabilirsiniz. Tabii, kendinizi vebalden kurtarmak isterseniz!
Vrapçişteli sanatçıyla son iletişimimizde o bana sevinçli bir haber verdi. ‘Avni ağabey… Size sevinçli haberim var…’ Hemen söyle Gadafi… Dedim. ‘Aralık ayının başında Çek Cumhuriyeti’nde sergim açılacak!’
Tebrikler Gadafi… Vakkas diyecektim!
Seni Avrupa’da kabul edenler mevcut…
Sana ve sanatına hayırlı açılımlar!
Öte yandan dalgın dalgın düşünüyorum.
Vrapçişte onun doğum yeridir.
Soruyorum: Oradakiler, onun sergisini açtılar mı? Açmayı planlıyorlar mı? Ne zamana? Nerede? Açılış konuşmasını Vrapçişteli dostlardan kim yapacak?
Bildiğim bir gerçek vardır: Vrapçişte’de her yerde onun eserleri asılı durmalı… Vrapçişte’de herkes onunla övünmeli… Vrapçişteli iş adamları açık ellerle ona destek olmalıdır!
Başka bir şey de vardır burada! Sanatın dilini anlamak, hoşgörüyü içimize sindirmek kadar önemlidir. Sanatı, bu durumda eserlerde ve onlarda dile gelen renklerde görmek mümkündür. Onlarda, insanlığa eserin dilini öğretmek kadar bir anlam vardır. O dili öğrenmek, o dille anlatmak, o dille konuşabilmeyi öğrenmek, renklerle güzellikleri yakalayabilmek bize düşen görevdir. Burada karşınıza bir öneriyle çıkacağım. Benim önerim şu: http://www.flickr.com/photos/vakkassshtin/, Facebook: Vakkass Shtin/ Profile photos & Albums adreslerine girip bu tadı tatmanızdır
Gadafi bize bu fırsatı tanıyor. Bize kalan onu görüp yakalamaktır!
Güzellikleri Vakkas Ştin gibi yakalayanlara ne mutlu!
0 yorum:
Yorum Gönder