Sivil toplum teşkilatı derken, genelde, biz Türklerde dar anlama gelen bir duruma rastlamaktayız. Oysa sivil toplum teşkilatlarının gayesi, toplumu bir adım olsa dahi ileriye götürmektir. Siz bu görevi yapmazsanız, o zaman neden varsınız diye düşündürürsünüz etrafı. Gençlik Eğitim Forumu (MOF) sivil toplum alanında ne yapılmasını arayan bir teşkilattır. Merkezleriyse Üsküp, İştip, Kalkandelen, Manastır ve Struga olarak, üniversitelerin bulundukları beş ayrı yerdedir. Proje bazında gerçekleşen çalışmalarsa yarının umutları olan gençlere dönüktür. Hedef gençlerin heryanlı etkinliğine katkı sunmaktır. Bu yolla genç değerlerimizin yetenekelerini kolayca dışa vurmalarına yardımcı olunmaktadır. Burada da en çok üzerinde durulan gennlerimizin yaratıcılık yeteneklerinin dile gelmesini sağlamaktır.
MOB’un son gerçekleştirdigi proje, gençlerin içini döküp, onların beyinlerini yoran meseleleri ortaya atmalarını taşımak anlamına gelmektedir.
Projenin Kalkandelen ayağına katılan bir genç değerimiz vardı: Senafet İbişka… Kendisine bu projeye neden katıldığını sorduğumda verilen cevap şu oldu: “ Buraya katılmamın en büyük sebebi tektir… Makedonya Türk gençleri çokkültürlü toplumlar projelerinde neredeyse yoklar maalesef…. Örnek vermek gerekirse, bu sonuncusunda Türk olarak sadece ben vardım… Konuşmamı Türkçe yapmam bizim bu toplumda yaşadığımızı kanıtladı. Biz bu faaliyetlerde de olmalıyız… Bir yerde olma, sonra imkanlarımız yok dersek, sölediklerimiz iplik tutmaz… Ortaya çıkan gerçekse kendimizi az degerlendiriyoruz… Hatta değerlendirmesini bilmiyoruz diyebilirim…. Sezdiğim bir şey vardır: Tarafımızdan genelde içimize kapanık faaliyetler yapılmaktadır… Bunlarla kendimizi anlatamayız… Toplum olarak uyur gibiyiz… Soruyorum kendime: uyanmak için daha ne kadar zaman lazım bize?” Senafet’in söylediklerini yerinde bulmamak olası değildir.
Onun ele aldığı konuyu bilmemiz gerekir. Çünkü yakınan bir gençtir en nihayet… Buradan başlayarak ona yer vermek en doğru olacaktır. Konuşmada sorulan soru, aynı zamanda konuşmanın
konusudur: “Toplumumuzda hepimiz eşit miyiz?”. Bir gencimizin kafasını yoran cevabı ise şöyle özetlenebilir:
“Her günlük hayatın bir parçasıdır farklılık. Herkes eşit haklarla doğar. Onlar da yaşama ve özgürlük haklarıdır. Öteki hakları, bitmek bilmiyen ihtiyaçları toplum şartlarına göre belirlenir. Çoğu zaman istediklerimizin sınırı yoktur. Sırf farklı olmak içindir uğraştığımız… Nedir ki, farklılığı elde edince insanın gözü doymuyor adeta. Başkasının sahip olduğuna göz dikiyoruz. Gel gelelim eldeki parmakların bile aynı olmadığını unutuyoruz.
Bilmem doğa kanunu mu, yoksa insanoğlunun çizdiği bir düzene göre mi yapılır bu seçicilik?… Bu ayrımcılık!..
Başarılı olmanın ölçü birimi nedir? Sağlıklı olanın özürlüden üstünlüğü nedir? Millet, din, cinsiyete göre ayrmcılık neye dayanır? Yaş veya zenginliğin mi önceliği var? Bakıyorsun bir bilmeyen, bileni öğretiyor! Onun şansına mı sevinmeli, bahtına mı ağlamalı! Büyüğün küçüğü ezmesi, siyahın beyaza yenilmesi neden olagelen şeydir? Zenginin mezun olan, ama gene cahil kalan çocuğu, imkanı olmayan çalışkan öğrenciyle farkı sadece diploma denilen kağıt parçası! Bu durumda bilgi denen unsura değer veren kaldı mı? Zenginin, elini dilenmek için uzattığı dilenciden farki bir lokma ekmek iken, sağlıklı olanın, emekleyen veya sürünen bir farkı sağlıkken, bir azgın çocuk ile gözyaşı döken bir öksüz çocuğun farkı bir sıcak yuva ve ana kucağıdır.
Devam edeyim:
Bir işverenin bir işçiden farkı ne? Emek vermediği halde, bir diğerinin emeğiyle zenginleşmek…Bu mu doğru olanı? Yapılan haksızlıklara göz yumarken, bunlara sahip olan ne yazik ki, onların değerini bilmiyor bile…
O zaman biz neyle uğraşıyoruz? Vakit kaybettiğimizin işin “önemli” yarısı modadır… Alakasız insanlar gibisinden, başkalarının taklidini yapmaya uğraşırken, elimizden uçup giden zamanın bile farkında değiliz! O kişiyse çok şeyleri değiştirebilir…Emek vermeden mücadele edip, çaba göstermeden hiçbir şey kendiliğinden gelmez…
O zaman onu becerecekler uyanmalıdır. Evet derin uykudan uyanmalıdırlar onlar… Eşit imkanlar, eşit haklar meselesinin ne olduğunu anlamak zor olmasa gerek…Şanslı olanlar, dost-akraba, zengin olanlar para-pul, bilgiliyle donatılmış olanlarsa emek denen aracıyla bu yola çıkarmış… Aşılan yolların sonu için yorumu sizlere bırakılıyorum…
Belki bu eşit imkanlar mücadelesinde düşer kalkarız, ama asla yenilmeyiz… Pek doğal, içimizde azim var oldukca, biz daha güçlü oluruz…
Hayat bir oyuna benzer! İstediğimiz iskambil kağıdına ulaşmak elimizde olmayabilir, ancak oyunu kiminle oynayacağımızı belirlemek elimizdedir. Şartlar ve imkanlar hepimize aynı sunulmuyor… Evet! Fakat bunu değiştirmek bizim elimizdedir… Hayatın gerçeğini görmeliyiz…. Gözümüzün görmediği halde ön yargılı olmamayı öğrenmek gereklidir… Bunları uygulayıp var olduğunu göstermek, sesini yükseltmek ve söylemek istediklerini herkese ulaştırmak olmalı amacımız.
Cahilliği aradan kaldırmak zordur… Kör insana rengi anlatmak ne kadar imkansızsa, cahil birine söz dinletmek de o kadar zordur… Burada zaman her şeyin ilacıyken, emek de bu toplumda eşitlik sağlamanin tek çözümüdür…
Kimseye ezilmeden, kimseyi ezmeden emekliyerek olsa bile başarının doruk noktasına çıkmak olmalı gaye. Ancak eşit olmak bizim elimizdedir diyorum tekrardan. Amaca kaplumbağa gibi mi, kartal gibi mi gideceğiz? Orası bize bağlıdır. Çünkü tek seçeneğimiz ulaşmaktır hedefe… Kaplumbağa sürünerek, kartalsa uçarak hedefine ulaşır… Emeklerin hangisi daha kalıcıdır siz düşünün? Zirvelerde kartallar da bulunur, kaplumbağalar da. Ancak birisi oraya uçarak diğeri ise sürünercesine yavaş gelir. Nerede olduğunuzdan çok, nereden ve nasıl geldiğiniz önemlidir. Mesela, kardelen bile soğuk ve acımasız karlardan başverip, baharı muştular… biz gençler, haksızlığı görememekten, durgunluk halinden çıkamıyor, derin uykudan uyanamıyoruz. Bilmeliyiz ki, şartlar ve imkanlar eşitliğimizi sağlamak içindir… Ayrıcalığı yapan unsurlar mücadele, emek ve azimdir.
İnsanları üç sınıfa ayırdım: görenler, gösterildiğinde görenler ve göremeyenler. Bize bazı şeylerin gün gibi aydın olduğu halde gösterildiğinde de görmeyecek kadar mıyız? Neden her şeyin gösterilmesini bekliyoruz? Mücadele etmeden ne kadar ve nereye kadar ilerleyecegiz? Kişi kendisi için yapamıyorsa, yarının nesillerini düşünsün, bari onlar icin mücadele etsin! Çünkü tomurcuk vermeyen ağaç, odun olmaya mahkumdur… Odunun yakıt olarak veya altın eller tarafından oyulup sü solmasını sağlamak elimizdedir. Sadece dert yanmakla olmuyor, hangi limana ulaşmayı istediğimizi biliyorsak rüzgarın önemi yoktur. Önemli olan yelkenleri kullanmasını bilmektir. Birinin, bir başkasına bakarak ve ona kıyasla gösterdiği az emeğe dayanarak üstün olması, yaşadığımız toplumda çok sık gorünen şeydir. Ancak kendimiz unutuyoruz ki, hayatta gerçek ve tek yarış insan olmak yarışıdır! Bu sağlansaydı eşitsizlikler, ayrıcalıklar ve yükselmek için başkasını ezmek gibisinden belirtiler olur muydu? Hepimizin bu mücadele içinde geçecek, daha iyi ve başarılı yarınlarda buluşmak dileğiyle…”
Kalkandelen’de ODA adıyla bilinen ve gençlerin doğu bezemesiyle düzenlenmiş mekanında olan bu olay, halka açıktı. Ancak gelenlerin ve izleyenlerin çoğu gençti. Birleşik yaratıcılık projesi altında konuşmanın Türkçe yapılması ilgi uyandırdı. Olayın Kalkandelen ayağında konuşmaların sayısı onbir olmak üzere, bu konuşmanın harici dördü Arnavutça, altısı da Makedoncaydı.
Zira Senafet İbişka adlı gencimiz, “Kamu yönetimi ve siyasi bilimler” Fakültesi mezunudur... Mastıra çalışmalarını neredeyse sona getiren bu kardeşimiz. Kendisini “Uluslararası iliskiler ve diplomasi” alanında geliştirmektedir... Ona bir an once bu alanda başarılar dileriz. Çünkü bana gore sıradan bir gencimiz değil o!
Sonunda düşünmeye başladım: Biz Türkler olarak böylesine değerlere sahip olan gençlerimize ne kadar sahip çıkabiliyoruz? Bendenize ait bir özlü sözüm geldi aklıma: “Kendi geçlerinin gözüyle bakmasını beceremeyen millet, ölüme mahkumdur…” Eğer Senafet İbişka ve benzeri gençlerimizin genel durumlarını değerlendirmeye gitmeye gecisirsek, Makedonya Türk toplumunun durumunun pek iç açıcı olmadığını söylememiz doğaldır!
0 yorum:
Yorum Gönder